ANARŞİSTLER NEDEN KENDİNİ-ÖZGÜRLEŞTİRMEYİ SAVUNURLAR?

Hürriyet doğası gereği bahşedilemez. Birey bir başkası tarafından özgürleştirilemez, zincirlerini kendi çabasıyla kırması gerekir. Doğaldır ki kişisel çaba kolektif bir eylemin parçası olabilir ve çoğu kez amaçlarına ulaşmak için böyle olması gerekir. Emma Goldman’ın dediği gibi:

“tarih, bize ezilen her sınıfın (ya da grubun veya bireyin) efendilerinden gerçek kurtuluşu kendi çabasıyla kazandığını söylüyor” (Kızıl Emma Konuşuyor, s. 142, s. 167).
Anarşistler uzun zamandan beri insanların kendilerini, ancak kendi eylemleriyle özgürleştirebileceklerini savunmuşlardır. Anarşistlerin bu sürece yardımcı olmak üzere öne sürdükleri çeşitli yöntemler Buna yardım edecek birçok değişik yöntem Kısım J’de (Anarşistler Ne Yaparlar?) tartışılacaktır, burada tartışılmayacak. Ancak bu yöntemlerin tamamı, insanların kendilerini örgütlemelerini, kendi gündemlerini belirlemelerini ve kendilerini güçlendirecek ve kendileri adına bir şeyler yapan liderlere bağlılığı ortadan kaldıracak şekilde eyleme geçmelerini içerecektir. Anarşizm, insanların “kendileri için davranmaları” (anarşistlerin “doğrudan eylem” dediklerini yapmalarına –ayrıntılar için bakınız Kısım J.02) temeline dayanır.
Doğrudan eylem, [buna] katılanların kendilerini güçlendirmesi ve özgürleştirmesi etkisine sahiptir. Özfaaliyet [self-activity, kendinden eylemlilik], otoriteye tabi olanların yaratıcılıklarının, girişkenliklerinin, hayal güçlerinin ve eleştirel düşünme [yetilerinin] geliştirilmesinin bir aracıdır. Toplumun değiştirilebileceği bir araçtır. Errico Malatesta’nın belirttiği üzere;

“İnsanla toplumsal çevresi arasında karşılıklı bir faaliyet vardır. Toplumu toplum yapan insanlardır ve insanları insan yapan da toplumdur ve bu nedenle de sonuç bir tür kısır döngüdür. Toplumu dönüştürmek için erkek {ve kadınların} değişmesi gereklidir ve insanları dönüştürmek için de toplumun değişmesi gereklidir. … İyi ki mevcut toplum, bütün kendine tabi olanları kendi çıkarları doğrultusunda edilgen ve bilinçsiz araçlara indirgemekte başarılı olan hakim sınıfın telkin edilen iradesi tarafından yaratılmamıştır. … Bu [toplum], binlerce şiddetli mücadelenin, binlerce beşeri ve doğal faktörün bir sonucudur …

Bundan ilerleme imkanı [doğar] … Olası olan ve fiilen gelecekte daha fazla ilerlemenin yolunu açmaya hizmet edecek bu büyük toplumsal dönüşümleri meydana getirmek ve kabul ettirmek için, mevcut ortamın arkadaşlarımızı harekete geçirmemize ve onların vicdan ve taleplerini geliştirmemize imkan tanıyan tüm olasılık ve fırsatlardan, tüm araçlardan faydalanmalıyız. … Talepte bulunması ve bunları kabul ettirmesi ve arzuladığı tüm iyileşmeler ile özgürlükleri kendi başına elde etmesi için … bütün insanlara ulaşmayı hedeflemeliyiz; bunları arzuladığı ve bunları talep etme gücüne sahip olduğu zaman, … daima daha fazlasını istemeleri ve {yönetici seçkinler} üzerindeki baskılarını artırmaları için insanları zorlamalıyız, ta ki tam kurtuluşu kadar” (Errico Malatesta: Yaşamı ve Fikirleri, s. 188-9).

Toplum tüm bireyleri şekillendirirken, aynı zamanda da onların eylemleri, düşünceleri ve ideallerince [ideal, ülkü] oluşturulur. Birisinin özgürlüğünü kısıtlayan kurumlara meydan okumak, genel olarak otoriter ilişkileri sorgulama sürecini hareketlendirdiği için zihnen özgürleştiricidir. Bu süreç, bize toplumun nasıl çalıştığını anlamamıza yardımcı olarak, fikirlerimizi değiştirir ve yeni ülküler ortaya çıkarır. Yine Emma Goldman’dan alıntılayacak olursak: “Gerçek kurtuluş [emancipation] … kadının ruhunda başlar”. Ve erkekde de olduğunu ekleyebiliriz. İşte ancak bu noktada, “önyargılardan, geleneklerden ve ananelerden bağlarımızı kopararak, kendi içsel yeniden doğuşumuzu [inner regeneration] başlatabiliriz” (age, s. 142, s. 167). Ama bu süreç kendinden yönlendirilmelidir [self-directed, özyönelimli], çünkü Max Stirner’in belirttiği üzere; “özgür bırakılan bir insan sadece özgürleştirilmiş bir insandır, … [yani] bir zincir parçasını beraberinde sürükleyen bir köpek[tir]” (Max Stirner, Biricik ve Kendisi, s. 168). Ne kadar küçük de olsa dünyayı değiştirerek, kendimizi değiştiririz.

İspanyol devrimi sırasında yapılan bir röportajda İspanyol anarşist militanı Durutti, “kaplerimizde yeni bir dünya var” diyordu. Sadece özeylemlilik ve kendini özgürleştirme kalplerimizde bu tip bir anlayış yaratabilir ve bunu gerçek dünyada gerçekleştirmeyi denemek için bize güven aşılayabilir.

Ama anarşistler kendini özgürleştirmenin “şanlı devrim”den sonraki bir geleceği beklemesi gerektiğini düşünmezler. Kişisel olan politiktir; ve toplumun mizacı veriliyken, şu anda burada nasıl davranacağımız bizim yaşamımızı ve geleceğin toplumunu etkileyecektir. Bu nedenle, anarşist-öncesi toplumda dahi anarşistler, Bakunin’in ifadesiyle, “sadece fikirleri değil, ama bizzat geleceğin gerçeklerini” oluşturmaya çalışırlar. Bunu, özgür-olmayan bir toplumda özgür bireyler olarak davranarak, alternatif toplumsal ilişkiler ve örgütlenmeler yaratarak başarabiliriz. Ancak şu anda ve bulunduğumuz yerde sergilediğimiz davranışlarla özgür bir toplum için bir temel oluşturabiliriz. Üstelik, bu kendini özgürleştirme süreci her zaman devam eder:

“Her çeşitten tabi [subordinate, bağlı] olanlar, eleştirel kendini yansıtma [self-reflection] kapasitelerini her gün kullanırlar –işte bu yüzden efendilerin işi bozuluur, [efendiler] korkutulur ve bazen de alaşağı edilirler. Ama efendiler alaşağı edilmediği sürece, tabi olanlar siyasi eylemlere katılmadıkları sürece, hiçbir eleştirel yansıtma onların tabi olma halini sona erdiremeyecek, onlara özgürlük getirmeyecektir” (Carole Pateman, Cinsel Sözleşme, s. 205).
Otoriteyi reddetmek, ona karşı direnmek ve onu devirmek için ve bunları mantıksal sonucuna –özgür, kendinden-yönetilen birliklerde eşitler olarak işbirliği yapmak– ulaştırmak için; anarşistler bu eğilimleri günlük yaşamda cesaretlendirmeyi amaçlarlar. Bu eleştirel kendini-yansıtma, direniş ve kendini özgürleştirme süreci olmadan, özgür bir toplum imkansızdır. Bu nedenle, anarşistler açısından, anarşizm hiyerarşik bir dünyada özgür bireyler olarak hareket etmeye çabalayan tabi kılınmış halkın doğal direnişinden kaynaklanır. Bu direniş süreci, birçok anarşist tarafından (toplumdaki en fazla tabi konumda bulunanlar genellikle işçi sınıfından insanlar olduğu için) “sınıf savaşımı” veya daha genel olarak “toplumsal savaşım” olarak adlandırılır. (Tüm biçimleriyle) otoriteye karşı gün ve gün gösterilen direniş ve özgürlük arzusu, anarşist bir devrimin anahtarıdır. İşte bu nedenle, “anarşistler, sınıf savaşımının işçilerin (ve diğer ezilen grupların) kendi kaderlerini kendilerinin kontrol etmeyi başarması için yegâne araç olduğunu tekrar tekrar vurgularlar” (Marie-Lousie Berneri, Ne Doğu Ne Batı, s. 32).
Devrim bir olay değil, bir süreçtir; ve her “kendiliğinden devrimci eylem”, “ütopik” fikirlere sahip insanların uzun yıllar süren, sabırlı örgütlenme ve eğitim çalışmalarına dayanır ve onların birer sonucudur. Alternatif kurumlar ve ilişkiler yaratarak (başka bir IWW ifadesini kullanırsak) “eski toplumun bağrında yeni bir dünya yaratma” süreci, oldukça eski olan devrimci tutarlılık ve militanlık geleneğinin yalnızca bir bileşenidir.

Malatesta’nın açıkça ifade ettiği üzere, “her türlü halk örgütlenmesini cesaretlendirmek ana fikirlerimizin mantıksal bir sonucudur ve bu nedenle de programımızın ayrılmaz bir bileşeni olmak zorundadır … anarşistler insanları özgür kılmak istemiyorlar; biz insanların kendi kendilerini özgürleştirmelerini istiyoruz … ; yeni yaşam biçiminin insanlardan vücud bulmasını, gelişimlerinin mevcut haline karşılık gelmesini ve kendileri geliştikçe gelişmesini arzuluyoruz” (age, s. 90).

Kendini özgürleştirme süreci oluşana kadar, özgür bir toplum imkansızdır. Ancak bireyler kendilerini hem (devlet ve kapitalizmi yıkarak) maddi olarak, hem de (kendilerini otoriteye karşı [olan] itaatkâr tutumlardan kurtararak) entelektüel olarak özgürleştirdikleri zaman, özgür bir toplum olası hale gelir. Kapitalist ve devlet gücünün büyük ölçüde, kendilerine tabi olanların zihinleri üzerinde [kurulmuş] bir güç olduğunu (tabii ki zihinsel tahakkümün başarısız olması, insanların isyan etmeye ve direnmeye başlaması [halinde] oldukça büyük bir zor gücü tarafından yedeklenmiş olduğunu) unutmamalıyız. Sonuç, yönetici sınıfın fikirleri topluma hakim oldukça ve baskı altındakilerin zihinlerinde yayıldıkça [ortaya çıkan] ruhani bir güçtür. Bu geçerli olduğu sürece, işçi sınıfı, otorite, baskı ve sömürüyü yaşamın normal gidişatı olarak kabullenecektir. Efendilerinin doktrinlerine ve konumlarına karşı uysal olan zihinler; özgürlüğünü kazanmayı, isyan etmeyi ve mücadele etmeyi umut edemezler. Böylece, baskı altındakiler, mevcut sistemin boyunduruğunu bir kenara fırlatmadan önce, onun zihinsel hakimiyetininin üstesinden gelmelidir (ve anarşistler doğrudan eylemin bu her ikisini de yapmanın bir aracı olduğunu öne sürerler –Kısım J.02 ve Kısım J.04’e bakınız). Kapitalizm ve devletçilik, maddi olarak bozguna uğratılmadan önce ruhsal ve kuramsal olarak bozguna uğratılmalıdır (birçok anarşist bu zihinsel özgürleşmeyi “sınıf bilinci” olarak adlandırır –Kısım B.07.4’e bakınız). Ve baskıya [tahakküme] karşı mücadele etmek yoluyla kazanılan kendini özgürleştirme, bunun gerçekleştirilmesinin yegâne aracıdır. Bu nedenle anarşistler (Kropotkin’in terimini kullanacak olursak) “isyan ruhunu” cesaretlendirirler.

Kendini özgürleştirme, mücadelenin, kendinden-örgütlülüğün, dayanışmanın ve doğrudan eylemin bir ürünüdür. Doğrudan eylem, anarşist, özgür insanlar yaratmanın bir aracıdır; ve böylece, “Anarşistler, Emeğin Sermaye’ye ve onun koruyucusuna –Devlet’e– karşı yürüttüğü doğrudan mücadeleyi yürüten işçi örgütlerinin içinde aktif bir görev alınmasını tavsiye etmiştirler”. Bunun sebebi ise, “(b)u tip bir mücadelenin; işçinin Kapitalizm ve onu destekleyen Devlet’in yaptığı şeytanlıklara karşı gözünü açarken ve kapitalistin veya devletin müdahalesi olmadan tüketimi, üretimi ve değişimi örgütleme olasılığına dair düşüncelerini canlandırırken; [bu tip bir mücadelenin keza] işçinin halihazırdaki çalışma koşullarında geçici iyileşmeler sağlamasına herhangi dolaylı bir araçtan daha iyi bir şekilde olanak tanımasıdır”; yani [işçinin] özgür bir toplum olasılığını görmesidir. Birçok diğer anarşist gibi Kropotkin de, (her ne kadar anarşistlerin çoğu gibi anarşist etkinliği sadece bunlarla sınırlamamış olsa da) Sendikalist ve Sendika hareketlerinin mevcut toplum içinde liberter fikirleri geliştirmenin birer aracı olduklarına değinmişti. Aslında, “çalışan erkek {ve kadınların} dayanışmalarını gerçekleştirmelerine ve çıkarlarının müşterekliğini hissetmelerine olanak tanıyan” herhangi bir hareket, komünist-anarşizmin “bu anlayışının yollarını hazırlar”; yani, mevcut toplumda baskı altında olanların zihinlerindeki ruhani tahakkümün üstesinden gelmenin [yollarını hazırlar] (Evrim ve Çevre, s. 83 ve s. 85).

Anarşistlere göre, İskoçyalı bir Anarşist militanın sözleriyle; “insan ilerlemesinin tarihi, bir isyan ve itaatsizlik tarihidir –pek çok farklı biçimde [varolan] otoritenin hizmetkarı mertebesine alçaltılan bireyin, isyan ve itaatsizlik yoluyla onurunu geri kazanabilmesi [nedeniyle]” (Robert Lynn, Bir Yaşam Hikayesi Değil, Sadece Bir Kesit, s. 77). Anarşistlerin kendini özgürleştirmeye (ve kendinden örgütlenmeye, kendinden yönetime ve kendinden eylemliliğe) vurgu yapmasının nedeni işte budur. Bakunin’in “isyan”ı, “tarih boyunca –kolektif veya bireysel olsun– tüm beşeri gelişmenin hayati koşullarını meydana getiren üç temel ilkeden” birisi olarak değerlendirmesine şaşmamak gerek (Tanrı ve Devlet, s. 12). Bunun sebebi basitçe bireylerin veya grupların başkaları tarafından değil, ancak kendileri tarafından özgürleştirilebilecek olmalarıdır. Bu isyan (kendini özgürleştirme), mevcut toplumu daha liberter bir hale getiren ve anarşist bir toplumu olası yapan yegâne araçtır.

ÇEVİRİ: Anarşist Bakış
Kaynak:”A.2 What does anarchism stand for?”

Yorum bırakın